OKUL DIŞINDAKİ YAŞAM 2


Yaz tatilimizde Beypazarı'nda

Şimdi biraz da ÜAKL'deyken okul dışında yaşadığım bazı önemli olaylardan bahsettikten sonra artık ikinci bölümü noktalamak istiyorum.

Önce 1962 yılında yaşadığım iki önemli olayı anlatmalıyım. Bunlardan ilki, yakında bize yeni bir kardeş geleceğini öğrendiğimizde yaşadığımız büyük sarsıntıydı (!) Bu haber bizi o kadar çok utandırmıştı ki, ne ablam ne de ben bunu okulda kimselere söyleyememiş, ancak kardeşim Baskın doğup ta gizlemek artık imkansız hale geldiğinde utana sıkıla söylemek zorunda kalmıştık. Ama gelen bebek öyle güzel, öyle tatlı bir bebekti ki kısa sürede hepimiz onu çok sevmiş, onsuz yapamaz olmuştuk. Bugün de Baskın'ımız olmasaydı yaşamımızda ne büyük bir eksiklik olurdu diye düşünüyor ve onu verdiği için Allah'a şükrediyorum.

Aynı yıl yaşadığımız daha büyük bir şok ise küçük kardeşim Tomris'e okuldan eve dönerken kocaman bir kamyonun çarpmasıydı. Okul zamanı olduğu için biz İstanbul'daydık. Kötü haberi telefonla öğrenmiş, o hayati tehlikeyi atlatana kadar ondan uzakta ölüp ölüp dirilmiştik. Bu olayla ilgili olarak unutamadığım birşey de o zaman daha 8 yaşında olan kardeşimin onu hastaneye götürenlere "annem hamile, ne olur o duymasın" demiş olmasıydı. Zaten benim canım kardeşim bugün de bizleri ençok düşünen, kilometrelerce uzaktan hepimizi ayrı ayrı, sesimizin tınısına kadar takip eden, birimize ulaşamasa hemen diğerimizi arayan, ortalığı ayağa kaldıran biridir. Onu bize bağışladığı için Allah'a ne kadar şükretsem az olur diye düşünüyorum.


Dört kardeş birarada Beypazarı'nda

ÜAKL'de okurken beni etkileyen ve derinden sarsan bir olay da babaannemi yitirmem olmuştu. Aslında ben babaannemle, anneannemle olduğum kadar birlikte olmadığım için itiraf etmeliyim ki ona anneanneme düşkün olduğum kadar düşkün de değildim. Zaten onun gözde torunu da ablamdı. Onu hepimizden çok sever, ona özel hediyeler alarak, her konuda tercihini ondan yana kullanarak bunu davranışlarıyla da çok belli ederdi. Ben bu ayrımcılığa için için gönül koyar, bu hissimi bazen de dayanamayıp dışa vururdum. Ancak onun kaybı, belki bunda hayatta kaybettiğim ilk yakınım olmasının da etkisi vardır, beni çok üzmüş ve üzerimde derin bir iz bırakmıştır.

Bugün babaannemin yaşam öyküsünü düşündüğümde onun çok şanssız ve çilekeş bir insan olduğu görüşüne varır, kederlenirim. Küçük yaşta hem annesini hem de babasını kaybeden ve Urfa'daki ağabeyinin yanına sığınan babaannemi orada kendisinden yaşça çok büyük olan Emin dedemle evlendirmişler. Dedem oldukça varlıklı ve köklü bir aileden (*) geliyormuş ve o yıllarda ticaretle uğraşıyormuş. Evlendikten birkaç yıl sonra, dedem yine ticaret için çıktığı bir seferdeyken, eve onun öldüğü haberi ulaşmış. Babaanneciğim o zaman daha 21 yaşındaymış ve iki küçük yavrusuyla dul kalmış. Etraftan çok gençsin, evlen diye ne kadar baskı yaptılarsa da o bir daha evlenmemiş ve kendini çocuklarına adamış. İki çocuğunu, cinsiyet ayrımı yapmadan okutmuş, onlara babalarının yokluğunu aratmamak için elinden ne geliyorsa onu yapmış.

Babaannem çocuklarının üzerinde eksik olan baba otoritesinin yerini doldurmak için onlara olağanüstü ilgi gösterir, davranışlarını yakından izler, başıboş kalmalarına hiç meydan vermezmiş. Örneğin birgün, çok haylaz bir çocuk olan babamın davranışlarından şüphelenmiş ve tebdili kıyafet yaparak onu gizlice takip etmiş. Babam takip edildiğinden habersiz birkaç arkadaşıyla okuldan kaçıp mahalle arasında taş oynamaya başladığında hemen ensesine yapışmış. Rahmetli babacığım da o günden sonra okuldan kaçarsa ensesinde annesinin soluğunu duyabileceği korkusuyla bir daha okuldan kaçamamış.

Ancak ne yazık ki babaanneciğim 50 li yaşlarının sonlarına doğru beyninde oluşan selim bir tümör nedeniyle olduğu bir ameliyattan sonra yatalak oldu ve yaşamının ondan sonraki bölümünü yatağa bağlı olarak yaşadı. Sadece temel ihtiyaçlarını görmek için ayağa kalkabiliyor ve yanında bir destek olmadan yürüyemiyordu. Ben daha çok onun o hallerini hatırlıyorum. Bir keresinde dahiliye mütehassısı olan rahmetli enişteme endişeyle 'acaba bu durum irsi midir, bizde de olur mu?' diye sorduğumda eniştem bana bu durumun babaannemin yaşadığı yoğun acılardan kaynaklandığını düşündüğünü söylemişti.


Babaanneciğimin o günlerde çekilmiş bir resmi

Bugün babaannemi hatırladığımda, gözümün önüne o, güldüğünde dahi gözlerinden eksik olmayan, hüzün perdesi gelir, gözlerim dolar. Ölümünden sonra babam onun mezartaşına 'Fatma Tuncer yorgun ve çileli başını burada dinliyor' diye yazdırmıştı. Dilerim dinliyordur ve dilerim yaptığı fedakarlıklar, çektiği çileler orada da karşılığını bulur. Ruhu şad, mekanı cennet olsun...

Baskın doğduktan kısa bir süre sonra hayatımızda meydana gelen bir değişiklik te babamın aldığı 53 model Rambler marka station bir araba olmuştu. Çok eski bir arabaydı, o kadar ki bir keresinde benzin almak için bir benzin istasyonunda durduğumuzda benzincinin babamın hakim olduğunu öğrendikten sonra 'belli ki siz çok namuslu bir hakimsiniz' dediğini, babam bunu nereden anladığını sorduğunda ise 'arabanızdan belli' diye cevap verdiğini ve bunun bizi çok gururlandırdığını hatırlıyorum.


Babam ve Baskın Çakır'ın başında

İşte çakaralmaz ya da kısaca 'Çakır' diye adlandırdığımız bu arabayla, dayımlarla birlikte çıktığımız ve güzel yurdumuzun batı illerini kapsayan yurtiçi seyahatine ilişkin anılar da belleğimde yer eden, unutulmaz anılar arasında yer alır.

Sanırım 63 yılının yazıydı ve gezi ekibimiz 4 ü büyük, 6 sı çocuk olmak üzere tam 10 (!) kişiden oluşuyordu. Arabada önde, babamın yanında, ablamla dayım oturuyor, arkada iki yanda kucaklarında Aytun ve Baskın'la annem ile yengem, ortalarında da ben oturuyordum. Tomris ve Aykut ise arabanın 'arka mahalle" dediğimiz bagaj bölümünde yolculuk yapıyorlardı.

Arabanın üstündeki bagajda ise babamın Beypazarı'nda yaptırttığı çadır da dahil olmak üzere en az yolcu yükü kadar eşya yükü vardı. Allah'tan Çakır'ın motoru kamyon motoruydu da bu kadar yüke rağmen, gezimizi salimen tamamlayarak evimize dönebildik. Tabi zaman zaman bazı arızalar oldu ve yolüstündeki tamirhanelere uğramak zorunda kaldık ama bütün bunlar bizim keyifli gezimize gölge düşüremedi.

Bu kadar sıkışık bir vaziyette yaptığımız gezi boyunca kimse halinden şikayet etmiyor, bilakis neşe içinde şarkılar, türküler söyleyerek yol alıyorduk. Arabamız bir yerde durduğunda bütün kapılar ve arka kapak açılıyor, içeriden boy boy, çoluk çocuk dışarı çıkıyorduk. Kendi halimize kendimiz de gülüyor, bizi görenlerin yüzlerinde beliren hayret ifadelerini yakaladıkça çok eğleniyorduk.

Akşamları genellikle, bu kalabalığın bir turistik tesiste konaklamasının getireceği mali yükü düşünerek, annem, yengem ve biz çocuklar çadırda kalıyor, yetişkin erkekler de, yani babamla dayım, arabada yatıyorlardı. Tabi zaman zaman bir otelde ya da pansiyonda konakladığımız da oluyordu ama bu nadiren böyle oluyordu. Bir akşam Denizli'de çamlık bir alanda çadırımızı kurmuş konaklarken geceyarısı bir araba dolusu sarhoşun geldiğini, bizim çok korktuğumuzu ve o gece babamla dayımın sabaha kadar uyumayarak nöbet tuttuklarını gezi sırasında yaşadığımız ender olumsuzluklardan biri olarak hatırlıyorum. Bir diğer olumsuz anım ise dayımın yolculuk boyunca arabanın açık penceresine yasladığı sağ kolunun güneşten feci şekilde yanması ve bunun sonradan büyük bir yaraya dönüşmesiydi.

Annemle yengem yemeklerimizi, yanımızda taşıdığımız piknik ocağı üzerinde pişiriyorlardı. Genelde öğle öğünlerimiz hafif şeylerden oluşuyor, ayaküstü birşeyler atıştırıyor, esas yemeğimizi akşamları yiyorduk. Bir keresinde sanırım su iyice kaynamadan makarnayı tencereye atmışlar ve süzmekte de geç kalmışlardı ki makarna tencereden tek parça hamur halinde çıkmış ve biz çaresiz onu öyle yemek zorunda kalmıştık.

Gezip gördüğümüz yerler arasında Selimiye Camii, Aspendos Tiyatrosu, Efes Antik Kenti, Damlataş Mağarası ve Manavgat Şelalesi beni ençok etkileyen yerler olmuştu. Selimiye Camii'nin devasa kubbesine, mermer, çini ve ahşap süslemelerine, Aspendos tiyatrosunun olağanüstü akustiğine, Damlataş Mağarasının sarkıt, dikitlerine ve de havasına hayran kalmış, Efes Antik Kenti'ni dolaşırken kendimi zaman tüneline girmiş gibi hissetmiştim. Manavgat Şelalesi'nin güzelliği beni büyülemiş ancak burada babamın, bizim bütün itirazlarımıza rağmen, civarda biriken kalabalığın meraklı bakışları arasında yüzerek karşıya geçmesi esnasında çok heyecanlanmıştım.

Bir de Selimiye Camii'ni gezerken, bizi gezdiren görevlinin orada duran mermerden yapılmış ters dönmüş bir laleyi göstererek anlattığı bir öyküyü hatırlıyorum. Bir rivayete göre Mimar Sinan Selimiye Camii'ni inşa ederken çok ters bir adam olan Lale Paşa da onu kontrol için Saray tarafından görevlendirilmiş. Paşa Sinan' a sürekli güçlük çıkarıyormuş. İnşaat bitmeye yüz tuttuğunda Lale Paşa, 'mutlaka buraya benim adımı yaşatacak bir işaret koyacaksın' diye tutturunca Mimar Sinan hem onun isteğini yerine getirmek, hem de kendisine çektirdiklerini tarihe not düşmek için bu ters laleyi koymuş.

Serde gençlik olmasının ya da hayatımda ilk defa İstanbul ve Beypazarı dışına çıkıyor olmamın bunda etkisi var mıdır bilinmez ama bu geziden aldığım keyfi daha sonra yurtiçinde ya da yurtdışında uçakla yolculuk yaparak, çok yıldızlı otellerde konaklayarak yapmış olduğum kimi gezilerde dahi almadığımı söylesem, sanırım abartmış olmam.

(*) Ayn-ı Zeliha Binti Hacı Ali Vakfı evladından - Burada ninemiz Ayn-ı Zeliha Hatun'un 1716 yılında, yaklaşık 300 yıl önce, Urfa'da vakıf kurmuş olması ve bu vakfın şartlarında kız-erkek çocuk ayrımı yapmamış olmasının beni çok gururlandırdığını söylemeden geçemeyeceğim. Ruhu şad, mekanı cennet olsun..

                       





ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI