Babam ve Baskın Çakır'ın başında
İşte çakaralmaz ya da kısaca 'Çakır' diye adlandırdığımız bu arabayla, dayımlarla birlikte çıktığımız ve güzel yurdumuzun batı illerini kapsayan yurtiçi seyahatine ilişkin anılar da belleğimde yer eden, unutulmaz anılar arasında yer alır.
Sanırım 63 yılının yazıydı ve gezi ekibimiz 4 ü büyük, 6 sı çocuk olmak üzere tam 10 (!) kişiden oluşuyordu. Arabada önde, babamın yanında, ablamla dayım oturuyor, arkada iki yanda kucaklarında Aytun ve Baskın'la annem ile yengem, ortalarında da ben oturuyordum. Tomris ve Aykut ise arabanın 'arka mahalle" dediğimiz bagaj bölümünde yolculuk yapıyorlardı.
Arabanın üstündeki bagajda ise babamın Beypazarı'nda yaptırttığı çadır da dahil olmak üzere en az yolcu yükü kadar eşya yükü vardı. Allah'tan Çakır'ın motoru kamyon motoruydu da bu kadar yüke rağmen, gezimizi salimen tamamlayarak evimize dönebildik. Tabi zaman zaman bazı arızalar oldu ve yolüstündeki tamirhanelere uğramak zorunda kaldık ama bütün bunlar bizim keyifli gezimize gölge düşüremedi.
Bu kadar sıkışık bir vaziyette yaptığımız gezi boyunca kimse halinden şikayet etmiyor, bilakis neşe içinde şarkılar, türküler söyleyerek yol alıyorduk. Arabamız bir yerde durduğunda bütün kapılar ve arka kapak açılıyor, içeriden boy boy, çoluk çocuk dışarı çıkıyorduk. Kendi halimize kendimiz de gülüyor, bizi görenlerin yüzlerinde beliren hayret ifadelerini yakaladıkça çok eğleniyorduk.
Akşamları genellikle, bu kalabalığın bir turistik tesiste konaklamasının getireceği mali yükü düşünerek, annem, yengem ve biz çocuklar çadırda kalıyor, yetişkin erkekler de, yani babamla dayım, arabada yatıyorlardı. Tabi zaman zaman bir otelde ya da pansiyonda konakladığımız da oluyordu ama bu nadiren böyle oluyordu. Bir akşam Denizli'de çamlık bir alanda çadırımızı kurmuş konaklarken geceyarısı bir araba dolusu sarhoşun geldiğini, bizim çok korktuğumuzu ve o gece babamla dayımın sabaha kadar uyumayarak nöbet tuttuklarını gezi sırasında yaşadığımız ender olumsuzluklardan biri olarak hatırlıyorum. Bir diğer olumsuz anım ise dayımın yolculuk boyunca arabanın açık penceresine yasladığı sağ kolunun güneşten feci şekilde yanması ve bunun sonradan büyük bir yaraya dönüşmesiydi.
Annemle yengem yemeklerimizi, yanımızda taşıdığımız piknik ocağı üzerinde pişiriyorlardı. Genelde öğle öğünlerimiz hafif şeylerden oluşuyor, ayaküstü birşeyler atıştırıyor, esas yemeğimizi akşamları yiyorduk. Bir keresinde sanırım su iyice kaynamadan makarnayı tencereye atmışlar ve süzmekte de geç kalmışlardı ki makarna tencereden tek parça hamur halinde çıkmış ve biz çaresiz onu öyle yemek zorunda kalmıştık.
Gezip gördüğümüz yerler arasında Selimiye Camii, Aspendos Tiyatrosu, Efes Antik Kenti, Damlataş Mağarası ve Manavgat Şelalesi beni ençok etkileyen yerler olmuştu. Selimiye Camii'nin devasa kubbesine, mermer, çini ve ahşap süslemelerine, Aspendos tiyatrosunun olağanüstü akustiğine, Damlataş Mağarasının sarkıt, dikitlerine ve de havasına hayran kalmış, Efes Antik Kenti'ni dolaşırken kendimi zaman tüneline girmiş gibi hissetmiştim. Manavgat Şelalesi'nin güzelliği beni büyülemiş ancak burada babamın, bizim bütün itirazlarımıza rağmen, civarda biriken kalabalığın meraklı bakışları arasında yüzerek karşıya geçmesi esnasında çok heyecanlanmıştım.
Bir de Selimiye Camii'ni gezerken, bizi gezdiren görevlinin orada duran mermerden yapılmış ters dönmüş bir laleyi göstererek anlattığı bir öyküyü hatırlıyorum. Bir rivayete göre Mimar Sinan Selimiye Camii'ni inşa ederken çok ters bir adam olan Lale Paşa da onu kontrol için Saray tarafından görevlendirilmiş. Paşa Sinan' a sürekli güçlük çıkarıyormuş. İnşaat bitmeye yüz tuttuğunda Lale Paşa, 'mutlaka buraya benim adımı yaşatacak bir işaret koyacaksın' diye tutturunca Mimar Sinan hem onun isteğini yerine getirmek, hem de kendisine çektirdiklerini tarihe not düşmek için bu ters laleyi koymuş.
Serde gençlik olmasının ya da hayatımda ilk defa İstanbul ve Beypazarı dışına çıkıyor olmamın bunda etkisi var mıdır bilinmez ama bu geziden aldığım keyfi daha sonra yurtiçinde ya da yurtdışında uçakla yolculuk yaparak, çok yıldızlı otellerde konaklayarak yapmış olduğum kimi gezilerde dahi almadığımı söylesem, sanırım abartmış olmam.
(*) Ayn-ı Zeliha Binti Hacı Ali Vakfı evladından - Burada ninemiz Ayn-ı Zeliha Hatun'un 1716 yılında, yaklaşık 300 yıl önce, Urfa'da vakıf kurmuş olması ve bu vakfın şartlarında kız-erkek çocuk ayrımı yapmamış olmasının beni çok gururlandırdığını söylemeden geçemeyeceğim. Ruhu şad, mekanı cennet olsun..


