ODTÜ'YE MERHABA


Birinci sınıftayken bahçede Nazan ve Filiz'le

Nihayet okulun açılma zamanı gelmişti. Bizimkiler haftasonunda beni Ankara'ya getirip yurda yerleştirdiler. Yatakhane kalabalıklaşmış, yurdun dört bir yanından gelen kız öğrenciler Bülten Sokak'taki yurdu doldurmuştuk. Galiba içlerinde evine en yakın olan bendim. Bu defaki gurbetim 100 km. lik bir mesafeydi ve hafta sonları evime gidip dönmem hiç mesele değildi. Onun için bir burukluk hissetmiyor, sadece yeni bir yaşama başlamanın heyecanını duyuyordum içimde.

Yeni ve kalabalık bir ortama girdiğinizde önce sizin için herkes aynıdır ancak bir süre sonra, elektrik diyorlar ya şimdilerde, biz de öyle diyelim, elektrik alıp vermeye başlarsınız ve bazıları size kardeş kadar yakınlaşır, bazıları ise o kadar nötr kalır ki bir süre sonra onların ismi bile kalmaz hafızanızda.

Bülten Sokak'taki yurtta da öyle oldu. Hayatımda yer eden en yakın arkadaşlarımdan birini, ona kardeşim desem abartmış olmam, orada tanıdım. Zeynep, Ödemiş'liydi. İzmir Amerikan Kız Koleji'ni bitirmiş, Sosyoloji Bölümü'nü kazanmıştı. Fakültelerimiz ayrıydı ancak ODTÜ deki yıllarım süresince yaşamımı en fazla paylaştığım, birlikte olmaktan ençok keyif aldığım arkadaşım o oldu. Hatta bazen bizi kardeş sananlar bile oluyordu.

Zeynep'le kısa sürede kaynaşıp yine şimdilerde moda olan deyimiyle "kanka" olunca, yurda alışmamız da hiç zor olmadı. Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde küçük bir lokanta keşfetmiştik. Güzel ev yemekleri yapıyordu, akşam yemeklerimizi orada yiyorduk. Yine aynı cadde üzerinde Flamingo Pastanesi vardı, arada oraya uğrayıp birşeyler atıştırıyor, bazen de paket yaptırıp yatakhaneye getiriyorduk.

Burada Flamingo Pastanesi'nde şahit olduğumuz fıkra gibi bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Bölgede Amerikalılara ait işyerleri olduğundan Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde yaşayan pekçok Amerikalı aile vardı. Bir gün biz pastanedeyken Amerikalı genç bir karı koca geldi pastaneye. Adam tezgahtaki gence bir çörek tepsisini göstererek ingilizce "bunun adı ne?" diye sordu. Tezgahtar sıkılarak "fazla anlamam" deyince adam hiç istifini bozmadan"bana yarım kilo fazla anlamam" dedi. Zeynep'le önce birbirimize baktığımızı, ardından da güldüğümüzü belli etmemek kendimizi dışarı zor attığımızı hatırlıyorum.

Bülten Sokağın civarında politikacı, bürokrat, sanatçı pek çok ünlü yaşadığından her an bir ünlüye rastlamak olasıydı. İlk gördüğümüz ünlünün merhum Necdet Tokatlıoğlu olduğunu hatırlıyorum. Sokağın başındaki eczanede onu gördüğümüzde önce gözlerimize inanamamış, daha sonra eczanenin önünden geçerken hep orada mı değil mi diye bakmadan geçememiştik.

Albümlerimde Bülten sokak'taki yurdu gösteren bir fotoğraf var mı diye çok aradım ama ne yazık ki bir tek tane bile bulamadım. Bu yıl Ankara'ya gittiğimde belki yurdu bulur da bir fotoğrafını çekerim diye Bülten Sokağa gittim. Ama bulamadım, bizim yurt binası yıkılmış, yerine bambaşka bir bina yapılmış diye düşünmüş, üzülmüştüm.


Bülten Sokak'taki yurt binamız

Ancak sitemdeki anılarımı okuyan meslekdaşım sevgili Nevin Apaydın bana bir mesajla binanın yıkılmadığını, bugün gene eğitim amacıyla kullanıldığını ve Cin Ali Müzesi olarak hazırlandığını bildirdi ve binaya ilişkin fotoğraflar gönderdi. Çok mutlu oldum, kendisine bir kez de buradan çok teşekkür ediyor, değerli eğitim çalışmalarında kolaylıklar diliyorum.


Eski yurt binamızın bugünkü hali, çok güzel olmuş..

Şimdi biraz da okuldaki ilk günümden bahsetmek istiyorum. Okulun açıldığı gün, yatakhane arkadaşlarımla birlikte Meclis'in önüne kadar yürüyerek servis otobüslerine bindik. Mimarlık Fakültesi ilk durak olduğundan otobüsten önce ben indim. Projesi bir yarışma sonucunda seçilen binanın ilk görüşte beni çok etkilediğini hatırlıyorum. O zamana kadar gördüğüm binalara hiç benzemiyordu. İçine girdiğimde hayranlığım daha da arttı. Sora sora birinci sınıfların ders yapacağı yeri buldum.




Mimarlık Fakültesi binası

Bu adına 'stüdyo' denilen kocaman bir salondu ve bir tarafı bahçeye diğer tarafı da avluya bakan bir koridora açılıyordu. Yere kadar inen cam pencereleri vardı ve yüksek tavanı ızgara biçiminde karelenmişti. Duvarları badanasızdı (çıplak beton) ve beton üzerinde ahşap kalıpların budak izleri görülüyordu. Ben merak ve beğeni ile çevremi izlerken içeriye bir grup genç girdi. Davranışlarından hoca oldukları anlaşılıyordu ama ne kadar da gençtiler. Hemen toparlandık ve dikkat kesildik.

İçlerinden en iri yapılı ve gür kıvırcık saçlı olanı önce bize hoşgeldiniz dedikten sonra çok zor bir okula geldiğimizi, artık uykuyu falan unutmamız gerektiğini, çok çalışmamız gerektiğini aksi takdirde gözümüzün yaşına bakmayacaklarını, zaten büyük bir ihtimalle birinci sınıfta epey fire vereceğimizi söyledi. Bir diğeri ise hocalarımıza karşı çok saygılı olmamız gerektiğini, en ufak bir saygısızlığımızın hoş görülmeyeceğini, canımızın fena yanacağını falan söyleyince hepimiz biraz şaşkın, biraz pişman birbirimize bakmaya başladık. Bazı arkadaşlarımız korka korka bir iki sormaya çalıştı, aldıkları cevaplar moralimizi biraz daha bozdu.Tam o sırada kapı açıldı ve içeriye ak saçlı, görünüşünden yabancı olduğu anlaşılan yaşlı bir bey girdi. Bizim hocalar saygı ile ayağa kalkarak ona doğru yöneldiler ve gülerek "öğrenciler sizindir" diye stüdyoyu terkettiler. Hocamız (Prof. Fritz Janeba) onları gülümseyerek uğurladı ve ardından bize dönerek onların 4. sınıf talebesi olduklarını ve bunun her dersyılı başında yeni gelen öğrencilere yapılan bir şaka olduğunu söyledi. Böylece hepimiz rahat bir nefes aldık.




Nazan ve Filizle stüdyoda

Prof. Janeba bize mimarlığın herşeyden önce bir sabır işi olduğunu söyledi. Ayrıca ellerimizin temizliğinin çok önemli olduğunu, stüdyonun bir köşesinde bulunan lavaboda ellerimizi sık sık yıkamamız gerektiğini ekledi. Sonra hepimizden kocaman birer kağıt (Schoeller) çıkarmamızı ve üzerini kurşun kalemle hiç boş yeri kalmayacak biçimde küçük spiraller yaparak (doodling diyordu buna) doldurmamızı istedi. Öyle kocaman kocaman karalamak, işin kolayına kaçmak yoktu. Belli ki sabrımızı ölçüyordu. İçimden galiba sen papazı buldun Semiramis dedim ve yaklaşık ikibuçuk saat kadar, mümkün olduğu kadar küçük spirallar çizerek, kağıdı doldurmayı başardım ve hocaya teslim ettim. Hatırladığım kadarıyla bundan not almadık ama bu mesleği yapacaksak sabırlı olmamız gerektiği beynimize kazınmıştı.

İlk iki sene Bülten Sokakta'ki yurtla kampüs arasında gidip gelerek, okuldayken sabahları diğer dersleri, öğleden sonraları da stüdyoda mimari tasarım derslerini görerek geçti. Mimari projelerimiz son ana kadar değişebildiğinden çizim aşaması hep son günlere kalıyordu. Bu nedenle proje teslim zamanlarında stüdyolarda sabahlayarak projelerimizi yetiştirmek zorunda kalıyorduk. Bir köşede kaynayan çaydanlığın tıngırtısı, o zamanın kocaman hantal kasetçalarlarından yayılan müziğe eşlik ediyor, bizi zinde tutuyordu. Ama bazen de dayanamıyor, bir iki saatliğine de olsa çizim masalarından birinin üzerine ya da bir sandalyeye kıvrılıyor, belirlediğimiz saatte sanki saat kurulmuş gibi gözümüzü açıyorduk. Gün ışırken bir köşede önceden hazır ettiğimiz nevale ile edilen kahvaltı uykusuz geçen bir gecenin bütün yorgunluğunu alıp götürüyordu üzerimizden.

Bu arada ufak tefek kazalar da olmuyor değildi hani. Tertemiz çizilmiş bir projenin üzerine son anda devrilen bir rapido mürekkebi ya da çay, hatalı çizilen bir çizginin jiletle kazınması sırasında kağıt üzerinde açılan minik bir delik gibi. Hele bu kazalardan biri var ki hem çok üzülmüş hem de sinirden olsa gerek çok gülmüştük. Çizim bittikten sonra kağıt üzerindeki kurşun kalem lekelerini temizlemek için ekmek içini kağıdın üzerine ufalayıp yayarak elimizle ileri geri kağıt üzerinde dolaştırıyorduk. Ekmek içi bütün kurşun kalem lekelerini temizliyor, pafta pırıl pırıl oluyordu. Gecenin geç bir vaktinde arkadaşlarımızdan biri çizimini bitirdiği bir paftayı bu yöntemle temizlemek için çantasından ekmeğini çıkarmış, acele acele içini kağıdın üzerine ufalarken ekmeğin bu iş için çantasına koyduğu ekmek değil de annesinin gece yesin diye hazırladığı yağlı ekmek olduğunu farketmiş ancak bunu farketmekte biraz geç kaldığı için bütün bir gece özenle çizdiği proje berbat olmuştu.




Stüdyoda Nazan'la

Dersyılı sonunda dersler bitmiş ama okul bitmemişti. Birinci sınıf stajını yapmak durumundaydık ve staj iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümü yapı (construction) ikinci bölümü ise topografya stajıydı. Birinci bölümde fakültenin bahçesinde, kantinin önündeki boşlukta çeşitli tuğla duvar örgüleri yaptık. Stajın ikinci bölümünde ise mira kullanarak fakülte bahçesinin topografik haritasını yaptığımızı, sonra da kartonları keserek haritasını yaptığımız arazinin maketini yaptığımızı hatırlıyorum.

Birinci sınıfın staj günlerine ilişkin hafızamda yer eden iki olayı burada paylaşmak istiyorum: İlki şöyle: fakülte kantininin bahçeye bakan büyük camlarından biri kırılmış, uzun süre takılamadığından herkes bahçeye o camsız pencereden girip çıkmaya alışmıştı. Nihayet bir gün o cam takıldı ancak kısa bir süre sonra duyduk ki bizim fakültenin idare müdürü camın takıldığını unutup yine o pencereden dışarıya çıkmaya kalkışmış ve yara bere içinde hastaneye kaldırılmış. Tabi duyunca çok üzüldük ama bu kaza olmadan kısa bir süre önce müdürün müstahdemi çağırıp "Oğlum şu cama bir kağıt yapıştır. Şimdi salağın biri yine camı yok sanır, dalar cama, başına iş açar. " dediğini duyunca da gülümsemeden edememiştik.




Birinci sınıfta yapı stajında
Yalçın, Necdet, Eyüp ve Tosun'la

İkinci olay ise bana daha da ilginç gelmişti. Topoğrafya stajında gruplara ayrılmıştık. Her grup bahçenin bir bölümünün haritasını çıkarmaya çalışıyordu. Bizim grupta tek kız bendim, benden başka 5-6 erkek arkadaş daha vardı. Erkek arkadaşlarımızdan biri evliydi. Yaptığımız iş gereği konuşmamız gerekiyor ancak ben bu arkadaşa birşey söylediğimde taş gibi duruyor, biraz kızarıyor sonra önüne bakıyordu. Bir, iki bu böyle sürüyor, aslında yaptığımda bir anormallik olmadığına inandığım için gerektiğinde ben yine ona birşeyler söylemeye devam ediyordum. Bu arkadaş sonunda dayanamadı ve herkesin uzakta olduğu bir anı kollayarak bana şöyle bir açıklama açıklama yaptı:

Karısıyla birbirlerine, karşı cinsten kimseyle konuşmayacaklarına dair söz verdiklerini, onun için benim ona bir şey söylemem gerektiğinde bir erkek arkadaş vasıtasıyle iletmemi rica ettiğini, bunun bana şimdi saçma gelebileceğini ancak ileride evlenince onun bu davranışını mutlaka anlayacağımı söyledi. Tabi bu konuşmadan sonra ben o arkadaşla muhatap olmamaya büyük özen gösterdim. Aradan yıllar geçti, ben evlendim, üzerinden yine yıllar geçti ama hala anlayabilmiş değilim onun bu davranışının nedenini. Üstelik bu arkadaşın Anadolu'nun ücra bir köşesindeki bir liseden değil de İstanbul'un ünlü bir Amerikan erkek lisesinden mezun olarak ODTÜ'ye gelmiş olması onun bu davranışını anlayabilmemi daha da zorlaştırıyor.

Hafta sonlarında ise genellikle Beypazarı'na gidiyordum. Canım anneciğim ben geliyorum diye en sevdiğim yemekleri hazırlıyor, bu yüzden babacığımın "Semo iyi ki geliyorsun, senin sayende böyle güzel yemekler yiyoruz" diye şaka yollu sitemlerine maruz kalıyordu. Annem bunları ciddiye alıyor, onlara ben yokken de güzel yemekler yaptığını onaylatmak için kardeşim Tomris' ten medet umuyordu. Tomrisciğim ise hafta sonlarını iple çekiyor, beni rahat ettirmek için ne yapacağını şaşırıyor, işi kahvaltımı yatağıma getirmeye kadar vardırıyordu. Bu sıcak ilgiyi geride bırakıp pazar akşamı yurda dönmek biraz zor oluyorsa da bir hafta sonra yeniden ailemin yanına dönebileceğimi bilmek beni rahatlatıyordu.

                       





ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI