GİLİNDİRE GÜNLERİ
 Gilindire günlerinden bir mola anı
İkinci sınıfın sonunda yine dersler bitmiş ama okul bitmemişti. İki ay süre ile staj yapacaktık ancak bu kez okulda değil de uzaklarda, hem de bir ilkokul yapacaktık. Sınıf iki gruba ayrılmıştı, benim grubum Mersin'in Gülnar ilçesinin Gilindire nahiyesine gidecekti. (yeni adıyla Aydıncık) Hepimizi bir sevinç ve telaş sarmıştı. Hem yaz tatilimizi bilmediğimiz bir sahil yöresinde geçirecek, hem de okul gibi yararlı bir işe katkıda bulunacaktık.
 Feyyaz Erpi hocamızla inşaatta
Bir sabah erkenden, staj hocamız Prof. Dr. Feyyaz Erpi komutasında, (kendisini buradan saygı, sevgi ve rahmetle anıyorum) hocamızın asistanı, ahçılarımız ve 7 si kız olmak üzere yaklaşık 30 öğrenci otobüsle Gilindire'ye doğru yola koyulduk. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra gecenin bir vaktinde Gilindire'ye ulaştık. Vardığımızda karanlık iyice bastırmıştı. Otobüsten iner inmez bizi gören köylüler etrafımızı sardılar, uzun zamandır merakla bekliyorlarmış. Bizi biraz süzdükten sonra beğenmemiş olmalılar ki birinin diğerine "Bunlar adama okul mokul yapamaz arkadaş, yunsunlar yunsunlar gitsinler" dediğini duydum. Cevap vermedim çünkü cevap versem de bana inanmayacaklarından emindim.
 Temel atma töreninden bir kare
Ranzalarımız ve mutfak levazımatı bizden önce kamyonlarla Gilindire'ye ulaşmış, okul yapılacak yerin hemen yakınında bulunan tek odalı eski taş bir yapı kız öğrenciler için hazırlanmıştı. Erkekler için ise derme çatma barakavari bir yatakhane yapılmıştı. Evimizin arkasında bir ark vardı ve arkın öte yanında üstü sazlarla kaplı bir gölgeliğin altına upuzun bir yemek masası kurulmuştu. 2 ay süresince bu sofrada Yaşar Usta ile Ziya Usta'nın bize hazırladığı güzel yemekleri, ışığa koşup gelirken yolunu şaşırarak soluğu tabaklarımızda alan uçan haşerelerin refakatinde, afiyetle yedik. İlk günlerde tabağımıza birşey düştüğünde tiksiniyor, yemeğimizi yarım bırakıp kalkıyorduk. Ancak birkaç gün sonra bu duruma alıştık, gayet sakin bir şekilde düşen haşereyi tabağın bir kenarına iteleyerek sanki hiçbir şey olmamış gibi afiyetle yemeye devam ediyorduk. İnsanoğlu nelere alışmıyor ki..
Vaktimiz sınırlıydı, kısa sürede işe girişmemiz gerekiyordu. Önce Gülnar Kaymakamı'nın da katıldığı bir merasimle okulumuzun temeli atıldı. Ardından karıncalar gibi çalışmaya koyulduk. Kız erkek demeden vargücümüzle çalışıyor, harç karıyor, el arabalarıyla taş taşıyor, duvar örüyorduk. Yorulunca dinlenmek için biraz mola veriyor, ardından yine kaldığımız yerden aynı hızla devam ediyorduk.
 İnşaatta tam hız çalışırken
Gilindire'nin iklimi çoğumuzun o güne kadar görmediği derecede sıcaktı. Bize yöre halkının giydiği şalvarlardan yaptırmışlardı. Desenli basma kumaştan, son derece basit ama havadar giyeceklerdi bunlar. Birbirine iki yanından tutturulmuş iki dikdörtgen kumaşın üst kısmı kıvrılarak içine lastik geçirilmiş, altının ise ortası dikilerek iki yanında ayak girecek kadar iki açıklık bırakılmıştı. Kafalarımızda şapkalar olmasına rağmen hepimiz simsiyah olmuştuk. Gülünce dişlerimiz olduklarından çok daha beyaz görünüyordu. Benim kahverengi olan saçlarım güneşin etkisiyle açılmış, adeta sarı olmuştu. Gündüzleri çok sıcak olan hava akşam üzeri saat beş gibi çıkan rüzgarla biraz olsun serinliyor, geceleri rahat nefes almamızı, uyuyabilmemizi sağlıyordu. Fırsat buldukça da sahile iniyor, yakınlardaki koylarda denize girip biraz serinliyorduk.
 Denizden dönüyoruz
Evde kızlarla büyük bir uyum içindeydik. Herkes bu alışılmadık şartlarda birbirine anlayış gösteriyor, problem çıkarmamaya çalışıyordu. Ancak arasıra ufak tefek tartışmalar da olmuyor değildi hani. Bir keresinde iki arkadaşımız biraz tartışmışlardı. Tartıştığı arkadaşımızın bigudileriyle saçını sarmış olan arkadaşımızın saçlarını adeta yolarcasına çıkarttığı bigudileri "al, senin bigudilerini de istemiyorum" diyerek yatağının üzerine fırlatışını hatırladıkça hala gülümserim.
Böyle gülümseten anıların yanısıra bizi üzen, endişelendiren bazı olaylar da yaşadık o eski taş evde. Bir keresinde arkadaşlarımızdan biri rahatsızlanmış, yatıyordu. Ben nasıl olduğunu sormak için ranzasının yanına yanaştığımda bana cevap vermeye çalışırken birdenbire kaskatı kesildi. Nasıl korktum anlatamam. Meğer bayılmış. Hayatımda o güne kadar hiç bayılan insan görmediğimden durumun olduğundan daha ciddi olduğunu sanmış, ne kadar üzülmüş ve endişelenmiştim, hatırladıkça hala tüylerim ürperiyor. Bir keresinde de yemek esnasında biraz üşüdüğü için hırkasını almak için kaldığımız eve giden bir arkadaşımız odada kıvrılan bir yılan görmüş, çığlık çığlığa kendini dışarı atmıştı. Hepimiz çok korkmuş, köylülerin tavsiyesi üzerine karyolalarımızın ayaklarının etrafına kireç döktürmüş, böylece kendimizi korumaya almıştık.
 Kızlarla evimizin kapısında
Gilindire'yle ilgili anılarımın arasında bir de geride çok hoş bir seda bırakan ve hatırladıkça içimi ısıtan doğum günümde yaşadıklarım var. Burada o günden bahsetmemek o güzel güne katkıda bulunanlara büyük haksızlık olur kanısındayım. Onun için mutlaka anlatmalıyım.
Önce bizim ailede doğum günlerinin çok ayrı bir önemi olduğunu belirteyim. Bu nedenle doğum günümde ilk defa ailemden çok uzaklarda olacağım için kendimi biraz buruk hissediyordum. Doğum günümün sabahı her zamanki saatte kalktık, hazırlandık, kahvaltımızı ettikten sonra arkadaşlarla inşaata gidip çalışmaya başladık. Kimsenin benim doğum günüm olduğundan haberi yoktu sanki, ne bir kutlama, ne bir tatlı söz. Bu durum beni biraz duygulandırdı ama sonra baktım yapacak birşey yok 'aman sen de, bu doğum günüm de böyle geçecekmiş, varsın geçsin' diyerek kendimi işime verdim. Akşama kadar da doğum günüm olduğunu aklıma getirmemeye çalıştım
Akşam eve döndüğümüzde en yakın iki arkadaşımda bir telaş, bir acele, özenle giyindiler ikisi de. Tabi oranın şartlarına göre bir kumaş pantolon, üzerine de bir koton gömlek giymek özenli giyinmek oluyordu. Sonra baktım benim kıyafetlerimin arasından bana da giydirecek birşeyler arıyorlar . Sonunda bir beyaz gömlek, lacivert bir pantalon ve kırmızı bir hırkayı seçerek benim de onları giymemi istediler. Bir gariplik olduğunu hissettim ama istediklerini de itiraz etmeden yerine getirdim. Ardından da üçümüz akşam yemeğine gitmek üzere kapıya çıktık.
Biz kapıdan çıkıp daha bir iki adım atmıştık ki müthiş bir alkış koptu. Hep bir ağızdan beni biraz öven, biraz da takılan bir şarkı söylemeye başladılar. Şarkı Semiramis diye başlıyor, dörtlüklerin son dizeleri 'doğum günün kutlu olsun' diye bitiyordu. Çok hoş bir şarkıydı. Sonradan öğrendim ki bu şarkının sözlerini bir gece önce biz evimize çekildikten sonra birlikte yazmışlar ve bu sözleri 'ela gözlü nazlı yari görem dedim göremedim' türküsünün müziğine uyarlamışlar.
Bir duygu seli içinde biz masaya doğru ilerlerken masada bizim için ayrılan yerin de özenle seçilerek hazırlandığını farkettim. Masanın tam ortasında üç sandalyeyi boş bırakmışlar, ortadaki sandalyenin arkasını bir tahta parçasıyla yükseltmişler ve tahtanın üzerini bana doğum günü hediyesi olarak aldıkları nefis bir yün heybeyle kaplayarak taht havası vermişler. Hazırlanan sürprizler bununla da bitmiyordu. Ahçılarımız da, o akşam menüye ayrı bir özen göstermişler, üstüne üstelik benim doğum günümün şerefine o güne kadar hiç yapmadıkları birşeyi yapmışlar, leziz bir tulumba tatlısı hazırlamışlardı.
 Doğum günümde masada
Yemeğin sonlarına doğru ufukta iki jandarma göründü . Semiramis Tuncer kim diye sorarak yaklaştılar yanımıza. Ben ayağa kalkınca jandarmalardan biri 'sizi komutanım çağırıyor, karakola kadar bizimle geleceksiniz' dedi. Herkes çok şaşırdı ama ben ne olduğunu azçok tahmin etmiş, fazla telaşlanmamıştım. Onlara da telaşlanmamalarını söyledim ve iki arkadaşımla birlikte jandarmalar nezaretinde karakolun yolunu tuttuk. Jandarmalar yolda ser verip sır vermiyorlar, bütün ısrarlarımıza rağmen 'komutanımızdan öğrenirsiniz' diyorlardı. Onların bu ketum davranışı beni de biraz endişelendirmeye başlamıştı ki karakola vardık. Komutandan durumu öğrenince rahat bir nefes aldım.
Tahminim doğru çıkmıştı. Canım annem, sırf doğum günümde benim sesimi duyabilmek için, ne yapmış etmiş, santraldaki dostumuz Ayten ablaya Gilindire Karakolu'nun telefonunu buldurtmuş, o tatlı diliyle komutana durumu anlatmış, komutan da, sağolsun, anlayış göstererek beni karakola çağırtmıştı. Ailemin fertlerinin seslerini de duyduktan sonra çok mutlu bir şekilde eve dönüp yattım, ne kadar şanslı olduğumu düşündüm ve Allah'a bana böyle bir aile ve böyle dostlar verdiği için bir kere daha şükrettim.
İki ayın sonunda, ufak tefek bazı eksiklikler dışında, okulu bitirerek hepimiz evlerimize döndük. Bizimkilerle kısa bir süre hasret giderdikten sonra ailecek İstanbul'a anneannemlerin yanına gittik ve okullar açılana kadar orada kaldık. İstanbul'a vardığımızda rahmetli anneanneciğimin kapıyı açıp ta beni öyle simsiyah görünce gösterdiği tepkiyi de unutamam. Önce hayretle yüzüme baktı, sonra 'ah marsık gibi olmuşsun, çok çirkin olmuşsun' diye hayıflandı, ardından da 'Allah aşkına sakın bir daha bu kadar yanma' diye ant verdi..
 Biz Gilindire'den ayrılırken okulumuzun görünümü..
Yaptığımız bu okulla ilgili olarak sevgili Zümrüt Hanım'dan aldığım bir mesaj beni çok duygulandırdı. Ortaokul olarak yaptığımız okulun sonraları lise olarak da kullanıldığını bildiren kadirşinas konuğumun mesajının bir bölümünü burada paylaşmak istiyorum:
"Şunu belirtmeliyim ki o lise binası yapılmamış olsaydı liseyi okutmak için kaç çocuk ilçe dışına okumaya gönderilirdi bilmiyorum. O lisede birçok öğrenci öğrenim gördü ve gayet de başarılıydık. Üniversitelere giderek çeşitli alanlarda eğitim aldık ve vatana millete faydalı olmaya çalışıyoruz. Burdan size ve arkadaşlarınıza teşekkür etmek istiyorum. Zor şartlarda böyle güzel bir işi başardığınız için."



|
| |