BEYPAZARI GÜNLERİ
 Üç kızkardeş babaannemizle
Kardeşim Tomris İstanbul'da Zeynep Kamil Hastanesi'nde doğdu. Onun doğumuyla artık yalnızlıktan kurtulmuş, küçük bir kardeşim olduğu için çok sevinmiştim. Herkes benim onu kıskanacağımı, istemeyeceğimi beklerken, ben ona adeta bir anne şefkatiyle bağlanmış, hemen benimsemiştim. Onu ayağımda sallıyor, mamasını yediriyor, annem yanından ayrıldığında oyalamaya çalışıyor, kısacası tam bir ablalık yapıyordum.
 Kardeşim ablamın kucağında
Bugün düşünüyorum da aileye üçüncü bir kız çocuğunun gelmesi özellikle de bizim toplumumuzda çok ta sevinilecek bir şey değildi. Muhakkak ki annemle babam onun erkek olarak doğmuş olmasını tercih ederlerdi. Ancak sanırım bunu bize ve çevreye hissettirmemek için onun beslenme ve bakımına hiçbirimize olmadığı kadar özen gösterdiler. Amerikan mamalarıyla, özel vitaminlerle büyüttüler. Ona karşı hiçbirimize olmadıkları kadar hoşgörülü oldular. Bunun sonucu olarak ta kız kardeşim okulda ve mahallede erkek çocukları dahi dövüp korkutan, sözünü kimseden sakınmayan, istediğini yaptıran, haşarı ama bir okadar da sevimli bir çocuk oldu. Rahmetli eniştemin onu, Beypazarı'nda erkek gibi tavırları nedeniyle ünlü olmuş birinin lakabıyla, Herif Havva diye çağırdığınıi hatırlıyorum.
 Kardeşim Tomris
Babamın izni bitince yeni doğan kardeşimi de alarak ailecek Beypazarı'na döndük. Şimdi size biraz Beypazarı'nı anlatmak ve oradaki ilk evimizden bahsetmek istiyorum. Ankara'nın kuzeybatısında, tarihi çok eskilere dayanan, eski İpek Yolu üzerinde kurulmuş olan Beypazarı, üç tepe arasına yerleşmiş, içinden geçen 3 derenin sağladığı yeşil örtüsü, tipik ahşap evleri, samimi, çalışkan, okumuş insana ve bilgiye saygı duyan akıllı insanları ile şirin mi şirin bir Orta Anadolu kasabasıydı. Şimdi çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği bu kasabanın medyada görüntülerini izledikçe, turizm yönünde kaydettiği ilerlemeleri gördükçe çok seviniyor ve gurur duyuyorum.
 Beypazarı'ndan bir görünüm
Bugün gençler televizyonun, bilgisayar oyunlarının, internetin olmadığı o günlerde küçük bir kasabada yaşamın pek te keyifli olmadığını düşünebilirler. Oysa biz o zamanlar öyle mutluyduk, yaşamdan öylesine keyif alıyorduk ki. Belki bilgisayar oyunları yoktu ama arkadaşlarımızla canlı canlı oynadığımız sokak oyunları vardı. İnternet arkadaşlarımız yoktu ama aile gibi olduğumuz komşularımızla kurduğumuz yakın ilişkilerimiz vardı. Markalı giysilerimiz yoktu ama bayramdan bayrama, ya da mevsimden mevsime alınan kıyafetlerin bize verdiği mutluluk bugün çocuklara her istediklerinde alınan markalı giysilerden çok daha büyük bir mutluluk veriyordu. Hiçbirşeyi kolay elde etmediğimiz için de küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmayı biliyorduk. Sanırım mutluluğumuzun sırrı da bunda yatıyordu.
 Annem ve biz yerel giysilerle
Beypazarında yaşadığımız ilk evimiz 3 katlı tipik bir Beypazarı eviydi. Bugün ne zaman uykum kaçsa, yatağımda gözlerim kapalı bu evin odalarını dolaşır, detayları hatırlamaya çalışırım. Onun için size bu evi kolayca tarif edebilirim. Kasabanın merkezi sayılabilecek bir yerde, yol seviyesinden biraz aşağıda, merdivenlerle inilen kocaman bir evdi. (Yol seviyesinden aşağıda olması nedeniyle yakınındaki dere, ki sanırım İnözü çayıydı, kabardığı zaman ya sel basar da evimiz su altında kalırsa diye korktuğumu hatırlıyorum.) İçinde iki aileyi barındıracak şekilde, bugünkü tabiriyle ikiz blok nizamında yapılmıştı. Bir tarafında biz, bir tarafında da ev sahiplerimiz oturuyordu.
Ev sahiplerimizin lakabıyla, Torunların evi, olarak adlandırılan bu evin büyük ahşap kapısından içeri girildiğinde taş kaplamalı olduğu için taşlık dediğimiz bir giriş holü vardı. Bunun sağ tarafında eskiden hayvanların barındığı bir ahır vardı. (Biz burayı uzunca bir süre kuzumuz Kısmetin mekanı olarak kullandık)
Taşlığın bir ucundaki sarı tahta boyasıyla boyanmış ahşap merdivenden yukarı çıkıldığında bizim sofa dediğimiz büyük bir hole ulaşılıyordu. (Bir gün ablam beni bu merdivenden aşağıya yuvarlamış ve herkes bana birşey oldu mu diye telaşla yanıma koşarken rahmetli babaannem "yavrum korkma" diye ablamın damağını kaldırıyormuş.) Bu holün solunda büyük bir oda, sağında ise mutfak vardı. Odaya girildiğinde kapının arkasında, yüklük diye adlandırdığımız ancak diğer odalardaki yüklüklerden farklı olarak zemininde su gideri olarak yapılmış bir delik bulunan bir gömme dolap bulunuyordu. Burayı banyo olarak kullanıyorduk.
Mutfakta ise taştan oyulmuş bir kurna ve üstünde uzun bir demir borunun ucuna takılmış bir musluk lavabo görevi yapıyordu. Kışın çok soğuk olduğunda bu boru ve musluğun donarak annemin işini çok zorlaştırdığını hatırlıyorum. Duvardaki ahşap raflarda tabak ve tencerelerimiz diziliydi. Kenarda bir setin üzerinde yemeklerimizi pişirmek için kullanılan sarı gazocağı dururdu. Mutfağın sağ tarafında, mutfaktan bir kapıyla ayrılan ve annemin erzak depoladığı bir de kiler bulunuyordu.
 Kuzumuz Kısmet'le
Bu holden yarım kat çıkıldığında (bu merdivenin altında kapaklı bir dolap vardı ve biz burayı kedilerimiz için ev yapmıştık), sağ tarafta tuvalet vardı. Bir gün bu tuvalette iken büyük bir gürültü ile irkilmiş, ne oluyor diye aşağıya baktığımda, künklerin yıkıldığını ve bahçeden gelen gün ışığını görmüş, çok şaşırmıştım. Yarım kat daha çıkıldığında merdiven yine büyük bir hole açılıyor, sağda bitişik eve açılan ancak her zaman kapalı duran ahşap bir kapı bulunuyordu. Tam karşıda büyük bir oda vardı. Sol tarafta ikinci mutfak ve içinde yaklaşık bir metre yüksekliğinde bir set vardı. Setin üstünde çatı arasına çıkmak için bir kapak bulunuyordu. Mutfağın bitişiğinde bir oda daha vardı. Bu kattaki odalarda da yine dolap olarak kullandığımız yüklükler, duvarlarda ise oymalı ahşap raflar bulunuyordu. Bu raflara annem beyaz işlemeli örtüler yayar, üzerine vazo, biblo gibi süs eşyalarımızı koyardı.
Evin arka tarafında kocaman bir de bahçesi vardı. Genelde asmalarla kaplı olan bu bahçeden annemin üzümleri korukken toplayıp bize koruk şerbeti yaptığını hatırlıyorum. Üzümler olduğunda ise onları dalından koparıp yemenin keyfine doyum olmazdı. Bizim evin yakınlarında oturan bir Firdevs teyze vardı. Sık sık bizim bahçeye giriyor, meyvalı ya da meyvasız olduğuna bile bakmadan asmaları yolup ineğine götürüyordu. Annem onu defalarca uyardıysa da o aldırmamış, yolmaya devam etmişti. Birgün annem dayanamayıp "Firdevs Hanım, sana kaç defa söyledim yolma bu asmaları diye, senin hiç izzeti nefsin yok mu?" diye çıkışınca Firdevs hanım hiç istifini bozmadan "Mualla Hanım, ineği olanın izzeti nefsi mi olur?" diye cevap vermişti. Onun bu cevabı hepimizi çok güldürmüştü. Bu sözü bugün hala benzer durumlarda kullanır, Firdevs teyzenin kulaklarını çınlatırız.
Geçen zaman içinde çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği bu güzel ev de inşaat furyasından nasibini almış ve şimdilerde yerinde bir benzin istasyonu bulunuyormuş. Çok yazık..



|
| |