OKUL BAŞLIYOR


Bayramda bisikletimle

O yıl Adana'da ablamı bir yıl erken olarak okula vermeleri bende de dayanılmaz bir okula gitme arzusu uyandırmıştı. Beni üzmemek için hemen bana da bir önlük ve çanta aldılar. Annemin ricası üzerine, arasıra aile dostumuz olan Zehra öğretmenin sınıfına gitmeye başladım. Hergün okula gitmesem de bayramlarda muhakkak önlüğüm ve bayrağım ile ön sıralarda yer alıyordum.


Zehra öğretmenimle bayramda

Düzenli olarak ilkokula başlamam ertesi yıl oldu. Gerçi bir yaş küçük olduğum için yine kaydım yapılmamıştı ama hergün önlüğümü giyip çantamı alıyor ve 1. sınıfa devam ediyordum. Öğretmenim Huriye Doğuş sınıftaki herkesten bir yaş küçük olduğum için bana özel ilgi gösteriyor, benimle büyük bir sabırla ilgileniyordu. Onun bu çabaları sonucunda okumayı en erken sökenlerden biri olarak kurdela taktım. Dönem sonunda ve yıl sonunda üşenmemiş, benim için de, resmi olmasa da, baştanaşağı pekiyi ile donanmış karneler hazırlamıştı. Onun üzerimdeki emeği ve hakkı çok büyüktür. Bugün örnek bir cumhuriyet öğretmeni olarak değerlendirebildiğim bu değerli öğretmenimi bu vesileyle buradan bir kez daha minnet ve rahmetle anıyorum.

Ertesi yıl okullar açılmadan Öğretmenler Kurulu'nun yaptığı bir sınavla ikinci sınıfa doğrudan devam hakkı kazandım. Artık resmen okulun öğrencisi olmuştum ve benim de bir numaram vardı, 22. Babaannemin rahatsızlığı nedeniyle tayinini Beypazarı Ortaokulu'na yaptıran halam, babaannem ve ablamla birlikte Beypazarı'na geldiğinden ablamın kaydı da Adana'dan Rüstempaşa İlkokulu'na aldırılmış, onun numarası da 21 olmuştu.


Bayramda şiir okurken

Burada biraz da ilkokulumdan bahsetmek istiyorum. O tarihte Beypazarının iki ilkokulundan biri olan Rüstempaşa İlkokulu, 2 katlı, mavi boyalı, uzun, sanırım tip projeye göre yapılmış, kargir bir binaydı. "Gösterir bize en doğru yolu, Rüstempaşa İlkokulu" diye bir de marşı vardı okulumuzun. Yıllar sonra okuduğum bir kitapta Rüstem Paşa'nın Kanuni Sultan Süleyman'ın rüşvet almakla ünlü damadı olduğunu öğrenince büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve bizim okulumuza adı verilen paşanın o Rüstem Paşa olmamasını dilemiştim. Halen harap bir halde bulunan bu binanın yakında "Şehir Müzesi "olarak restore edileceğini öğrendiğimde çok sevindim.

O zamanlar henüz kalorifer olmadığından, kışın sınıflarda büyük kömür sobaları yanardı. Sobanın üstüne sabahları bir kazan konur, hademeler, Amerikan yardımı olarak gönderilen süttozunu suyla kaynatır, öğretmenimiz evden getirdiğimiz bardaklarımıza koyardı. Alıştığımız sütten farklı, hafif yanık bir tadı olan bu sütü her sabah sevmeyerek te olsa içerdik. Bir de gene bu yardım kapsamında hergün bize verilen şeffaf sarı renkli balık yağı hapları vardı. Onları hiç sevmediğimi, sık sık içiyormuş gibi yapıp sonra kimseye göstermeden çöp tenekesine attığımı hatırlıyorum.

Okul müsamereleri bir şölen havasında geçerdi. Müsamere için özel kıyafetler dikilir, ona uygun ayakkabılar alınır, elbisenin rengine göre saçımıza kurdela bağlanırdı. Okuduklarımız bazen şiir, bazen de şarkı şeklinde olurdu. Şarkı söylerken bazen çeşitli hareketler de yapılırdı, buna rond deniliyordu. Renklerle ilgili bir rondumuzu hatırlıyorum. Herkes bir renk olmuştu. Ben yeşildim. "Hep yeşildir elbiselerim, ben bu rengi pekçok severim" deyip iki adım sağa, iki adım da sola gidiyor, sonra "ilkbaharı cicim, çok sevdiğim için, hep yeşildir elbiselerim" derken kendi etrafımda kollarımı açarak dönüyordum. En son renk kırmızıydı. Kırmızı olan arkadaş gene aynı şekilde "hep kırmızı elbiselerim, ben bu rengi ençok severim" dedikten sonra göğsünden bir bayrak çıkartıp "bayrağımı cicim, çok sevdiğim için, hep kırmızı elbiselerim diyor, bayrağı sallıyor, bu sırada salon alkıştan inliyordu.


Müsamerede

Milli bayramlarda günlerce öncesinden hazırlanmaya başlardık. Sınıflarımızı kedibasamaklarıyla, balonlarla süsler, her tarafı bayraklarla donatırdık. Törenlerde ben muhakkak bir şiir okurdum. Bir sene 23 Nisan'da öğretmenimiz şiir okuma görevini başka bir arkadaşımıza verdi ve ben buna çok üzüldüm ama yapabileceğim birşey de yoktu. Eve geldiğimde seçilmemek beni çok utandırmış olacak ki bizimkilere bu konuyla ilgili hiçbirşey söyleyemedim ve onlar ertesi gün benim şiir okuyacağımdan o kadar emindiler ki , bunu bana sormadılar bile. Bütün gece ertesi gün ne yapacağımı, onlara bunu nasıl söyleyeceğimi düşünerek yatağımda kıvranıp durdum. Sabaha karşı dalmışım. Uyandığımda gökte şimşekler çakıyor, sanki gök yarılmış, boşalıyordu. Tabi törenler iptal edildi ve ben bu olayı hiç unutmadım. Bu olayın benim Allah'a olan inancımı pekiştiren önemli bir mihenktaşı olduğuna inanırım. Ne zaman bunalsam, çocukluğumda yaşadığım bu olay aklıma gelir ve kul sıkıntıdaysa Allah'ın muhakkak onunla birlikte olduğunu, tedbirini alacağını düşünür, ferahlarım.


Huriye öğretmenimle Cumhuriyet Bayramı'nda

Sanırım üçüncü sınıftaydım. Ablama ve bana yavrukurt elbiseleri alındı. Kıyafetimiz, haki renkli iki parçalı bir elbiseden oluşuyordu. Boynumuza bir fular bağlıyorduk. Gömleğimizin göğüs cebinden uzun madeni bir düdük, belimizdeki kemerden de çakı ve urganımız sallanıyordu. Başımıza kahverengi yün kumaştan bir bere takıyor, ayaklarımıza dizkapaklarımızın altına altına kadar uzanan kahverengi çoraplar giyiyorduk. Tabi yavrukurt olmanın şekil dışında belli ilkeleri de vardı. Yavrukurt yalan söylemez, kimseye sataşmaz, zorda olanlara yardım eder, güçlüklerle mücadeleyi bilir, zora dayanıklı olurdu. Yavrukurt olduğumuz için çok sevinçli, bir o kadar da gururluyduk. Törenlere artık bu kıyafetimizle katılıyor, izlemeye gelen seyircilerden özel bir ilgi görüyorduk.

Yine aynı yıl bize birer de mandolin aldılar. Nota kitaplarımız alıştığımız defter boyutlarından daha büyüktü. Müzik dersinde öğretmenimiz bize önce mandolini tutmayı, sonra notaları öğretti, ardından basit okul şarkılarını çalmaya başladık. Hatta o yıl okul müsameresinde velilerimize konser bile verdik. Ancak mandolinle olan bu dostluğumuz ilkokul yıllarında kaldı. Yıllar sonra emekli olduğumda bir ara bir enstruman alıp müzik yapmaya (!) yeniden başlamayı düşündüysem de bunun "kırkından sonra saz çalmak" olacağını düşünerek vazgeçtim ve müzikle olan ilişkimi dinleyici olarak sürdürmeye karar verdim..

Burada ilkokulla ilgili olarak hatırladığım önemli bir konudan bahsetmeden geçemeyeceğim. İlkokulda öğretmenimiz bize Japonya'nın bir deprem ülkesi olduğunu söylediğinde Japonlar için çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ama öğretmenimiz ardından Japonların depreme dayanıklı evler yaparak bu felaketlerin üstesinden geldiklerini de söylemişti. Biz bunları öğrenirken yurdumuzun dört bir yanının aktif faylarla dolu olduğunu herhalde büyüklerimiz bilmiyorlardı ya da aldırmıyorlardı, ne gaflet! Diyelim ki bu o yıllarda bilinmiyordu. Peki 2.9.1997 tarihinde yayınlanan "Afet bölgelerinde yapılacak yapılar hakkında yönetmelik'in yayınlandıktan 4 ay sonra, 1.1.1998 tarihinde yürürlüğe girmesini, bu arada İstanbul'da müteahhitlerimizin eski yönetmeliğe göre, yani depreme dayanıksız yapılar yapmak için, yangından mal kaçırır gibi ruhsat almaya çalışmalarını kim, nasıl açıklayabilir? Bugün dahi olası bir depremle ilgili olarak ceset torbalarının temini gibi gibi trajikomik hazırlıklar dışında kayda değer bir çalışma yapılmaması beni çok üzüyor ve özellikle İstanbul'u 17 Ağustos benzeri bir depremden koruması için Allah'a dua ediyorum...

                       





ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI