ANNEMİZLE
 Annemle birlikte
Yaz tatillerimiz iki bölümden oluşurdu. Okullar kapandıktan sonra 20 Temmuz'a kadar (adli tatilin başlangıcına kadar) Beypazarı'nda kalırdık. Adli tatil başladığında ise İstanbul'a anneannemlerin yanına gider, yeni adli yılın başlamasına, yani eylül ayı başına kadar tatilimizi orada geçirirdik.
Bu bölümde biraz anneciğimden ve yaz tatillerimizde onunla geçirdiğimiz güzel zamanlardan bahsetmek istiyorum. Bütün anneler güzeldir ya, benim annem de bana göre dünyanın en güzel annesiydi. Babam onu yedeksubaylığını yaparken komutanı aracılığıyla tanımış. Babamın komutanı eskiden dedemin subayıymış. Babama eski komutanının liseyi henüz bitirmiş güzel bir kızı olduğunu, evlenmeyi düşünürse aracı olabileceğini söylemiş. Babam kabul etmiş ve komutanın hanımı, babaannem, babam ve halamı alarak anneannemlere gelmiş. Görünce beğenmişler ve hemen istemişler. Kısa sürede nişanlanmışlar, iki ay içinde de evlenmişler.
 Annemle babam nişanlanıyorlar
Kadıköy'de yetişen ve "Balık denizden çıkarsa nasıl yaşayamazsa ben de Kadıköy'den çıkarsam yaşayamam" diyen annem kaderin bir cilvesi olarak, önce Tunceli'ye, sonra Kütahya Altıntaş'a oradan da Beypazarı'na tayin olan babamla birlikte gençliğini (adli tatiller dışında) taşrada geçirdi ve Kadıköy'e döndüğünde 49 yaşındaydı. Arasıra İstanbul özlemini dile getirse de bir gün bile ciddi anlamda halinden şikayetçi olmadı ve bizler onun bu iyimserliğinden payımıza düşen mutluluğu alarak büyüdük. Ailede mutlak otorite olarak bize hep babamı gösterir, kendisi hep ikinci planda kalmaya özen gösterirdi. Onunla aramızda babamdan gizli hiçbir konu olamazdı. Ben ailemizin dirliği ve düzeninde en büyük payın ona ait olduğunu düşünüyorum.
 Annemle babam evleniyorlar
Becerikli bir annenin elbebek gülbebek büyüttüğü tek kızı olması nedeniyle hamarat bir ev kadını sayılmazdı. Ancak o yapabildiklerini yapar, yapamadıklarını yaptırtarak bizi hiçbirşeyden mahrum etmezdi. Bize karşı sevgi doluydu, fikirlerimize değer verir, kararlarımıza hep saygı gösterirdi. Ona göre bir çocuğa verilecek en önemli şey ona kişilik vermek, bir çocuğun aileye verebileceği en büyük mutluluk ta onun okumasıydı. Kızların okumasına ayrı bir değer verirdi. Tanıdığı akıllı ya da çalışkan kız çocuklarının okula gönderilmeleri ya da eğitimlerine devam etmeleri için gerekirse babalarıyla konuşur, onları ikna etmeye çalışır ve çoğunlukla da bunu başarırdı.
Kızlarının aksine giyinip kuşanmayı, süslenmeyi çok severdi. Sık sık kuaföre gider, saçlarını yaptırır, yeni birşey moda olduğunda bunu hemen kendine göre uyarlardı. Bizim spor giyinmemizden pek hoşlanmazdı. Torunu Dide genç kızlığa geçerken onun da kendisi gibi süslenmeyi sevdiğini gördükçe çok mutlu olur ve "Allah bana gönlüme göre giyinen kız vermediyse de şükür torunum bana benzedi" diye sevinirdi.
Canım anneciğimi burada rahmet ve sevgiyle anıyor, eksikliğini her geçen gün daha fazla hissediyor, onu çok özlüyorum.

Yaz gelince İnözü Deresi boyunca sıralanan bağevlerinin keyfi bir başka olurdu. Komşumuz Narlıların Hayriye Hanım Teyze'yle Baha amcaların da orada bir bağevleri vardı. Yaz başında onlar bağevlerine taşınırlar, biz de sık sık onlara misafir olurduk. Annem akşamdan kek, zeytinyağlı dolma, yumurta dolması vb. yapar, sabah kahvaltımızı edip babamı yolcu ettikten sonra, telefonla bir jip çağırır (O zamanlar Beypazarı'nda otomobil yerine jipler taksilik yapıyordu) nevalelerimizle ona doluşur, bağevine giderdik. Bağevi ortasından bir arkla bölünmüş büyük bir bağın içerisindeydi. Bağda envai çeşit meyva ağaçlarının yanısıra evlekler içine dikilmiş mevsim sebzeleri olurdu. Evin karşısında üstü asmalarla kaplı olan bir çardak vardı. Çardakta üzerine kabarık basma minderler konmuş oturma yerleri, ortasında da büyükçe bir tahta masa bulunuyordu. Yazın hava sıcak olduğundan ev sahiplerimiz bizi bu çardakta ağırlarlardı.
Narlıların ikisi evli olan 4 kızları ve bir oğulları vardı. Bekar olan büyük kızları Ayten abla PTT de çalıştığından genellikle akşamüstü mesai çıkışında bize katılırdı. Ancak küçük kızları Ayşe abla ev kızıydı ve çok becerikliydi. Bize yastaç üzerinde oklavayla mantılar, gözlemeler açar, bazlamalar yapardı. Yanına da hemen oracıktan birkaç patlıcan biber kopartıp kızartır, yine bahçeden koparttığı domates, salatalık biberlerle güzel bir de salata yapardı. Annemin yaptıklarını da eklediğimizde mükellef bir sofra oluşur, güle söyleye afiyetle yerdik.
 İnözü'ndeki Yakutların Bağevi
Eğer dut mevsimiyse büyük dut ağacının altına bir çarşaf gerilir, Ayşe abla ağaca çıkar, bize dut silkelerdi. Çarşafa dökülen dutlar hemen büyük bir tepsiye dökülür, çardakta tahta masa üzerinde afiyetle yenirdi. Karadut ağacı küçük olduğu için ağaca kendimiz çıkarak yemeyi tercih ediyorduk. Kıyafetlerimizi boyamaması için Ayşe abla bize eski bir gömleğiyle şalvarını verir, onları giyerek ağaca tırmanır, elimizi yüzümüzü boyaya boyaya dalından karadut yerdik.
Ne yazık ki çok sevdiğimiz bu güzel ailenin kaderleri kendileri kadar güzel olmadı. Önce Ayten abla çok genç yaşta eşini, bir grip virüsünün omuriliğine yerleşmesi sonucunda, kaybederek küçük kızı Dilek'le yalnız kaldı. Daha sonra Ayşe ablalarıın ailecek çıktıkları bir seyahatte trafik kazası geçirdiklerini, Ayşe abla, eşi ve oğlunun kazada yaşamlarını yitirdiklerini ve Ayşe ablanın geride kalan kızını Ayten ablanın yanına aldığını duyduk. Bu kadar acıya yüreği dayanamamış olacak ki bir süre sonra Ayten ablanın da bir kalp krizi geçirerek yaşama veda ettiğini öğrendik ve bütün bu olanlara çok üzüldük. Nur içinde yatsınlar..

Yazın çok rağbet ettiğimiz mekanlardan birisi de Ecer'in sinemasıydı. Kasabanın tek sineması olan ve Ahmet Ecer'e ait olduğu için Ecer'in Sineması olarak adlandırılan bu sinema iki katlı bir binaydı ve haftanın belirli günlerinde film oynatılırdı. Matinelerde alt kattaki salonda erkekler, üstte balkonda kadınlar oturur, suarelerde ise alt katta yine erkekler, balkonda ise aileler otururdu. Kapının önünde gazeteden külahlar içinde ayçekirdeği satılır, oradan bir külah çekirdek alan biletini de aldıktan sonra içeri girerdi. Yerler numarasızdı. Herkes bulduğu yere oturur, bazen yer tutmalar nedeniyle kavgalar olurdu. Daha film başlamadan çekirdek çıtırtıları salonu kaplardı. Makinist balkonun arkasındaki bir pencereden filmi oynatır, film makinesinin uğultusu arkaplanda hep duyulurdu.
Film başladıktan sonra balkona girenler olursa ışığın önüne geldiklerinden görüntüleri perdeye yansır, sık sık film koptuğu ya da ses kesildiği için alt salondan ıslıklar yükselir, bu hengame içinde film seyredilirdi. Başrollerde genellikle Göksel Arsoy, Belgin Doruk, Ayhan Işık, Fikret Hakan, Filiz Akın olur, Vahi Öz ve Mualla Sürer ikilisiyle Suna Pekuysal ve Öztürk Serengil bu filmlerin neşeli yüzünü oluştururdu. O günlerde çok kısıtlı imkanlarla çekilen bu güzel filmleri bugün bile TV'de rastladığımda keyifle seyrediyor, o günleri özlemle yadediyorum.
Burada anneciğimin bir özelliğini daha tanıtmak için bu sinemada yaşanan bir olaydan bahsetmek istiyorum. Birgün annem küçük kız kardeşimi ve bir arkadaşının küçük kızını da yanına alarak sinemaya gitmiş. Filmin ortasında birisi aniden "sinema çöküyor" diye bağırmış ve herkes o panikle kendini dışarı atmaya çalışırken annem emanet çocuk diye kardeşimi bir yana bırakarak arkadaşının kızını kucaklayarak dışarı çıkarmış. Allahtan eski ev sahibimizin torunu da sinemadaymış ve küçük kız kardeşime o sahip çıkarak onu ezilmeden dışarı çıkarmış. Bu yüzden küçük kız kardeşim anneme hep "sen emanete sahip çıkacağım diye benden nasıl vazgeçtin? " diye takılır, o da "O hem senden daha küçük, hem de emanetti, başka türlü davranamazdım" derdi.

Nadir de olsa bazen annemle kabul günlerine giderdik. Günler genellikle kasabanın memurlarının eşleri ile eşraftan birkaç ailenin hanımı arasında yapılırdı. Önceleri ayda iki gün olan ( anneminki her ayın 5 i ve 25 iydi) bu günler daha sonra ayda bire inmişti. Bu günlerde önce herkes birbirine teker teker hatır sorardı. Bu iş benim çok tuhafıma giderdi. Birisi sorduğu zaman diğerleri zaten onun nasıl olduğunu duyup öğreniyorlardı, herkesin ayrı ayrı sorup aynı cevabı alması niyeydi? Büyükler bize hatır sorduğunda ise bizim sadece teşekkür etmekle yetinmemiz gerekiyordu, bir büyüğe dönüp te "siz nasılsınız?" diye sormak saygısızlık sayılıyordu nedense. Bu günlerle ilgili tebessümle hatırladığım bir diğer şey de, bir kaymakamın eşinin gittiği her günde ikram edilen yiyecekleri, kaymakam bey bunu çok sever, benim küçük oğlan buna bayılır vb. diyerek ev sahibesini paket yapıp eve göndermek zorunda bırakmasıdır.
 Annemle güne gidiyoruz
Konuklar tamam olunca ev sahibesi herkese limon kolanyası döker, ardından şeker ya da çikolata tutardı. Hanımların bazıları el işlerini de beraberinde getirir, ilgi duyan hanımlar hemen örneğini ya da tarifini alırlardı. Zaman ilerledikçe ikili üçlü gruplar arasında sohbet derinleşir, salonda bir uğultudur oluşur, hanımlar kendilerini duyurmak için bağırarak konuşmaya başlarlardı. Bazı hanımlar dedikoducu olarak bilindiğinden onların yanında özel konular konuşulmamaya dikkat edilirdi. Annemin böyle bir teyze için "ben duyulsun istediğim bir şeyi ona söylerim" dediğini hatırlıyorum. Bu arada ev sahibi hanım, sürekli çay tazelediğinden pek oturmaya ve konuşmaya fırsat bulamaz, yaptıklarıyla ilgili övgülere teşekkür etmekle kifayet ederdi.

Bir de akşam gezmelerimiz vardı ki ben bu gezmelerden çok hoşlanırdım. Akşamları erkekler yemeklerini yedikten sonra genellikle Şehir Kulübü'ne giderlerdi. Hanımlar da çocuklarını toplayıp hemen bir komşuya geçerlerdi. Gitmeden önce evin küçük çocuğu gidilecek eve gönderilir, bir manileri olup olmadığı öğrenilirdi. Bu gezmelerden aklımda kalanlar Betül Teyze'ye, Özay ablaya ve Fehime teyzeye yaptığımız ziyaretlerdi. Gerçi hepsinin kızlarının (Aytül, Ayfer, Gülay, Nuray, Nermin, Şermin) yaşları bizden daha küçük, kardeşim Tomrise daha yakındı ama iyi anlaşır, birlikte çok eğlenirdik.
Annelerimiz sohbet ederken biz önce biraz sokakta oynardık. Bizi çağırdıklarında eve girer, başka bir odada pikap ya da teyp dinlerdik. O zamanlar cd ler ve cd çalarlar yoktu. Müzik pikapta 33 lük ya da 45 lik plaklardan, kocaman şeritleri açıkta dönen teyplerden ya da radyodan dinlenirdi. Bazen de gizlice anne ve babalarımızın elbiselerini, ayakkabılarını giyer, makyaj yapardık. Bu halimize hem kendimiz çok güler, hem de annelerimizi güldürürdük. Özellikle ablam erkek kıyafeti giydiğinde çok yakışıklı olurdu. Gecenin ikram bölümünü hepimiz dört gözle beklerdik. Betül teyzenin kalem gibi sarılmış yaprak sarmalarının, peynirli poğaçalarının, Özay ablanın el açması baklavalarının, bazlamalarının, Fehime teyzenin pastalarının tadı hala damağımdadır.

Yaz gelince düğünler peşpeşe yapılmaya başlar, hoşlandığımız için annem düğünlere bizi de beraberinde götürürdü. Bugün hala öyle düğünler yapılıyor mu bilmiyorum ama o zamanlar Beypazarı düğünleri günlerce sürerdi. Bu düğünlere gitmek için tabi önce davet edilmeniz gerekirdi. Düğün davetleri öyle davetiyeyle yapılmazdı. Düğünden bir süre önce, düğün ebesi denilen bir bayan vardı, o kapı kapı dolaşır, düğün sahibinin ismini (genellikle lakabıyla birlikte - falancaların falanca hanım gibi) ve selamını söyledikten sonra düğüne okur, yani davet ederdi. Davet edilen, ebeye mutlaka bahşiş verirdi.
Önce kız evinde gelinin çeyizleri duvarlara asılır, o gün herkes gider bunları görürdü. Ben bu çeyiz bakmayı çok severdim. Duvarlardaki kanaviçeleri, ince iplikle örülmüş dantelleri, iğne oyalarını seyrederken sanki bir sanat galerisini geziyormuş gibi zevk alırdım. Bir tarafta da düğün ebesi damat tarafından gönderilen takıları (buna dürü diyorlardı) eline alıp gelenlere gösterir, yüksek sesle de kimden olduğunu - kaynanasından bir inci kolye gibi - söylerdi. Hediyeler açıklanırken hanımlar aralarında hediyelerle ilgili yorumlar yapar, bazen de düşüncelerini kaş göz işaretleriyle birbirlerine gizlice anlatmaya çalışırlardı. Bu arada ikramlar yapılır, gelen konuklar ağırlanmadan gönderilmezdi.
Bir gün de gelin hamama götürülürdü, buna kına hamamı deniyordu. Kına hamamına gelinin arkadaşları ve kız akrabaları da katılırdı. Bu oğlunu evlendirmek için kız arayan anneler için iyi bir fırsattı. Hamama misafirlerin oturması için sandalyeler dizilirdi. Aydınlatma gaz lambaları ya da mumla yapılıyor olmalıydı ki etraf oldukça loş olurdu. Gelin ayrı bir odada soyunarak simli peştemal sarınır, ayağına gümüş nalın giyer, omzuna sırmalı havlu atardı. Sağdıcı (genelde görümcesi ya da eltisi olurdu) ve birkaç evli kadınla yıkanma yerine girer, girerken gelinin başından aşağı bozuk para serpilir, bunun uğur ve bereket getireceğine inanıldığından herkes bu paraları kapmaya çalışırdı. Gelin içerde yıkanırken dışarıda misafirlere düğün sahibinin imkanlarına göre - genelde bu çay ve börek ya da kuru pasta olurdu - ikram yapılır, tef çalınır, türküler söylenir, oynanırdı. Kına hamamı gelinin hamamdan çıkıp kıyafetini giymesiyle son bulurdu.
Hatırladığım kadarıyla düğünün en önemli bölümü gelinin oğlan evine getirildiği gün olurdu. O gün hem eğlencenin en coşkulusu hem de ikramın en zengini yapılırdı. Sofra yaygılarının üzerine yer sofraları kurulur, etrafına minderler atılırdı. Daha sonraları yer sofralarının yerini masa ve sandalyeler almıştı. Yemekler genellikle ortadan yenir, ancak özel misafirlere ayrı tabaklar verilirdi. Yemekte önce yoğurt çorbası, sonra düğün sahibinin imkanına göre etli güveç, yaprak sarması, salata ve bazen de ilave zeytinyağlılar olurdu. Ardından elaçması baklava verilir, baklavanın üstüne mutlaka pirinç pilavı ikram edilirdi. Yemek bittikten sonra çalgı başlar, hanımlar birer ikişer oynamaya kalkardı.
En gözde türküler, "meşeli" ile "kayalar mürdüm mürdüm" türküleriydi. Hanımlar müziğin ritmine göre iki ellerini dirseklerinden kırıp havaya kaldırarak parmaklarını şıklatırken birbirlerine doğru yürürler, göbeklerini birbirine değdirdikten sonra aynı şekilde geri geri giderler, arada bir de kendi etraflarında dönerlerdi. Bu sırada gelin bir köşede duvağıyla oturur, sessiz sessiz oynayanları seyrederdi. Eğlence sona erdiğinde misafirler düğün sahibine iyi dileklerini iletir, evlerine dönerlerdi.



|
| |