ARKADAŞLARIMIZLA
 Mahalle arkadaşlarımızla
Tatilimizin Beypazarı'nda geçirdiğimiz bölümünde, okulların kapanmasıyla arkadaşlarımızla gidip gelmelerimiz ve sokak oyunlarımız sıklaşır, günün büyük bir bölümünü sokakta oyun oynayarak geçirirdik. Şimdi size biraz bu oyunlardan bahsetmek istiyorum:
Seksek oynardık mesela. Yere tebeşir ya da kiremit parçasıyla dikine kocaman bir dikdörtgen çizer, bunu önce boyuna ortadan ikiye böler, sonrada enine 3 eşit parçaya bölerdik. Ortaya 6 boşluklu bir şekil çıkardı. Yere yassı orta boyda bir taş koyar (bu taşları dere kenarında arayıp buluyorduk ve bizim için çok kıymetliydiler) , sol baştan başlayarak bu taşa tek ayak üzerinde vurarak çizgi üzerine getirmeden bir sonraki bölüme geçirmeye çalışırdık. Taş çizgi üzerine gelir durursa yanmış oluyor, sıra ötekine geçiyordu.
Daha sonra bu sekseğin yerini Ankara sekseği dediğimiz yeni bir şekil almıştı. Ankara sekseği altta birbirine teğet çizilmiş üstüste üç kocaman daireyle başlıyor, üzerine ortadan ikiye bölünmüş yatay bir dikdörtgen çiziliyor, sonra üst ortasına tek bir daire, üstüne yine ortadan ikiye bölünmüş yatay bir dikdörtgen çiziliyordu. Yine aynı şekilde tek ayak üzerinde taş çizgiler üzerine getirmeden sektirilerek oynanıyordu.

Saklambaç oynadığımızda biri ebe olur, bir ağaca başını koyar, arkasına bakmadan belli bir sayıya kadar sayardı. Bu arada herkes bir yerlere saklanır, ebe gözünü açtığında saklananları aramaya başlardı. Ebe aramak için ağaçtan uzaklaştığında birisi ondan önce ağaca gelir elini sürerse kendini kurtarmış olurdu. Ancak saklananlardan birisi ortaya çıkar da ağaca ulaşamadan ebe onu ebelerse (elini sürerse) ebelik ebelenene geçerdi. Bu oyun sırasında sık sık düşer, diz kapaklarımız ve dirseklerimizi yaralardık.

İp atlamayı çok severdik. İki kişi uzunca bir urganı iki ucundan tutarak saat yönünde yere değdirerek çevirir, sırayla bunun altına girerek ipe değmeden kararlaştırılan sayıya kadar atlamaya çalışırdık. İpe değen atlamayı bırakıp ipin ucundan tutardı. Bir de çift iplik atlamak vardı, o daha zordu. İki ip olur, iplerin ucunu yine iki kişi tutar, bir elleriyle bir ipi saat yönünde, sonra diğer elleriyle ikinci ipi aksi istikamette çevirirler, atlayan ipe değmeden önce bir ipten sonra da diğerinden atlamaya çalışır, ipe değerse yine yanmış olur ve ipi tutma cezasına çarptırılırdı.

Topla oynanan istop ve yakantop oyunlarımız vardı. İstopta birimiz ebe olur, diğerleri onun etrafını daire şeklinde sararlardı. Ebe olan topu havaya fırlatırken gözüne kestirdiği birinin adını bağırır, adı söylenen kişi topu yere düşmeden yakalamaya çalışır, eğer yakalayamazsa istop diye bağırırdı. O anda herkes olduğu yerde durmak zorundaydı. İstop diyen eğer birini topla vurabilirse o kişi ebe olurdu. İstopta üç defa vurulmak oyundan atılma nedeniydi.
Yakantop ise iki takımla oynanırdı. Takımlardan birinin oyuncuları ortada durur, diğer takımın oyuncuları da onların etrafına dizilirdi. Dışta olanlar içte olanları topla vurmaya çalışır, bu arada içte olanlar toptan kaçmak için oraya buraya kaçışırdı. Vurulan oyuncu oyundan çıkartılır ancak atılan topu havada yakalayabilen olursa, o oyuncu bir can kazanmış olurdu. Can kazanan bu hakkını ya oyundan atılan birini oyuna geri alarak ya da vurulduğunda saydırmayarak kullanabilirdi.

Yağ satarım, bal satarım oyununda bir daire şeklinde yere otururduk. Arkaya bakmak yasaktı. Hep bir ağızdan "yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım" diye bağırırken ebe olan elinde bir mendille arkamızda dönerdi. Karar verdiği bir zamanda mendili usulca birinin arkasına bırakıp koşmaya başlardı. O zaman herkes mendilin bırakıldığını anlar, arkasını yoklardı. Mendili bulan kalkıp ebeyi kovalamaya başlar, bu arada onu yakalayıp ebeliyebilirse yerini kaybetmez, ancak yakalayamadan ebe onun yerine oturursa yerini kaybeder ve ebe olurdu.

Bazen de beştaş oynardık. Beş küçük taşla oynanan bu oyunda kural taşlardan birini havaya atarak o düşene kadar diğer taşları kurallara göre avuçlayıp taşı tutmaktı.Taşlar yere atılır, biri alınır, havaya fırlatılırken kalanlar önce birer birer, sonra ikişer ikişer toplanır, sonra üç ve bir, sonra da dördü birden alınırdı. Taşları yerden alırken diğer taşları yerinden oynatmamak kuraldı. Özellikle 3 ünü ve dördünü bir arada alacağımız zaman taşları yere atarken fazla dağıtmamaya dikkat etmek gerekiyordu. Ama tabi bu da aramızda "doğrudürüst atmadın, bıraktın, sayılmaz" diye sık sık tartışmalara neden oluyordu. Beştaşın bir de köprülüsü vardı. Sol elimizin başparmağı ve orta parmağıyla yere bir köprü yapar, taşı havaya fırlattığımızda taş yere düşmeden taşları yine tek tek ya da ikişer ikişer o boşluktan öteye sürükler, havadaki taşı yakalardık. Taşların hepsi köprünün altından geçtiğinde bu defa elimizi kaldırır, taşı havaya atıp taşların tümünü avcumuza alıp havadaki taşı tutardık.

Bir ara da hula-hop denilen çemberi çevirmek moda olmuş, hatta bu bütün dünyada bir salgın haline gelmişti. Tatil için İstanbul'a gittiğimizde bize de pembe bir hula-hop almışlar, Beypazarı'na döndüğümüzde sokakta arkadaşlarımızla hula-hop yarışı yapar olmuştuk. Çemberi belimizin hizasına getirip bırakırken vücudumuzla daireler çizerek çemberi düşürmeden belimizde döndürmeye çalışıyorduk. Hula-hopu düşürmeden belinde en fazla kim çevirirse o şampiyon oluyordu ve küçük kardeşim Tomris bu şampiyonluğu kimseye kaptırmıyordu. Ancak bir süre sonra hula-hop çevirmenin insanlarda bağırsak düğümlenmesine yol açtığı anlaşıldığından bu oyuncağımız kırılarak çöpe atıldı.

Evlerde oynadığımız oyunlar ise genellikle kağıt kalemle oynanıyordu. İsim bitki hayvan oynarken defter kağıdını uzun tarafı üste gelecek şekilde çeviriyor, kağıdı boyuna 8 eşit parçaya bölüyor, her bölümün üstüne isim - bitki - hayvan - yemek - şehir - ülke - yemek - puan diye başlık yazıyorduk. Birimiz içimizden alfabeyi saymaya başlıyor, diğeri dur dediğinde sayan hangi harfte kaldıysa, herkes her bölümün altına o harfle başlayan bir isim, bitki vb. bularak yazıyordu. Bütün bölümleri tamamlayan kişi ben buldum deyip 20 ye kadar sayıyor, sayması bittiğinde herkes kalemini bırakıyordu. Teker teker herkes bulduğu kelimeyi söylüyor, bulunan kelimeyi başka kimse bulmamışsa 10 puan, iki ya da daha fazla kişi aynı kelimeyi bulmuşsa 5 er puan, bulamamışsa 0 puan alıyordu. Tüm bölümlerdeki puanlar toplanarak puan başlığı altına yazılıyordu. Oyun sonunda puanlarının toplamı en yüksek olan kişi oyunu kazanmış oluyordu.

Adam asmaca ise iki kişiyle oynanan bir oyundu. Biraz bugünkü Çarkı Felek oyununa benzeyen bu oyunda soruyu soran aklından bir şey tutuyor, kağıda onun içindeki harf sayısı kadar küçük enine çizgiler çiziyor, karşısındakine bununla ilgili bir de ipucu veriyordu. ( örneğin bir roman, film, ya da devlet adamı adı diye ) Sorulan kişi ise bir harf söylüyor, eğer söylediği harf sorulan kelime ya da kelimelerin içinde varsa, soruyu soran o harfin bulunduğu yere ya da yerlere harfi yazıyor, eğer yoksa da bir darağacının ilk çizgisini çizmeye başlıyordu. İsabetli söylenen her harf boşlukları doldurarak sorulan kişiyi çözüme yakınlaştırırken yanlış söylenen her harfte darağacının ucunda çöpten adam olarak asılmasına yaklaştırıyordu. Adam asılana kadar sorulan kişi cevabı bulursa ipten kurtulmuş oluyor ve adam asma sırası ona geçiyordu.

Amiral battı oyununda yanyana iki büyük kare çizilir, bu kareler enine ve boyuna 10 a bölünerek küçük karelere ayrılır, üstlerine soldan sağa doğru harfler, sol yanlarına da yukarıdan aşağıya rakamlar yazılarak her karenin koordinatlarla tarifi sağlanırdı. (örneğin 2a, 5c vb.) Bu karelerden birincisi kendi denizimiz, ikincisi de karşımızdakinin denizi olurdu. Herkes karşısındakine göstermeden kendi denizine gemilerini işaretlerdi. (4 tane tekli, 3 tane ikili, 2 tane üçlü, 1 tane de 4 lü yani amiral gemisi) Tekli gemiler tek kare boyunca, ikililer iki, üçlüler 3, dörtlü ise 4 kare boyunca uzanırdı. Gemilerin birbirine değmemesi kuraldı. Oyuna başlayan bir kareyi tarif eder, örneğin 3c, 6b gibi, diğerinin o karede bir gemisi varsa ve tekliyse battı, daha büyük bir gemiyse yara aldı der ve bu tahmin eden boş bir kare söyleyene kadar devam ederdi. Söylenen kare boşsa, karavana denir ve söyleme hakkı bu defa diğerine geçerdi. Kim daha önce diğerinin gemilerinin hepsini batırırsa oyunu o kazanırdı ve yeni oyunu o başlatırdı.

Evde ya da dışarıda keyifle oynadığımız bir oyun da sessiz sinema oyunuydu. İki takıma ayrılırdık. Takımdaki bir kişi aklından bir film adı tutar, takımın diğer kişileri ise bu filmin adını bulmaya çalışırdı. Hiç konuşmadan işaret ve mimiklerle yapılan bu anlatımın da kendine göre bir dili vardı. Önce kelime sayısı, sonra da anlatılan kelimenin kaçıncı kelime olduğu parmakla gösterilirdi. Tahmin eden kelimeye yaklaşmış yani eş anlamlısını söylemişse iki işaret parmağı birbirine sürtülerek ileri geri hareket ettirilir, kelime doğru ancak bir eki varsa ( e, i, de, den vb. ) iki parmak diğer elin işaret parmağında tırnak dibinden tutulur, kelime birleşik kelimeyse ve iki bölümde anlatılacaksa iki parmak işaret parmağın ortasından tutularak gösterilirdi. Kelimenin çoğul olduğu ise sağ elle havada daireler çizilerek anlatılırdı. Her takım oyuncusu sırayla anlatan olur, oyun sonunda hangi takım daha fazla doğru cevabı bulduysa o takım şampiyon olurdu.

Arkadaşlarımızla yapmaktan keyif aldığımız bir diğer uğraş ta elişleri yapmaktı. Ancak babam bizim bunları yapmamıza izin vermediğinden (gözümüzü bozacağını, gözlerimizin okumamız için çok önemli olduğunu söylerdi hep) biz arkadaşlarımızın yaptığı elişlerini alır, gizli gizli onları yapardık. Benim en sevdiğim elişi etamin işlemekti. Arkadaşlarımın çeyizi için ince kareli etamin üzerine renkli ipliklerle epeyce sehpa örtüsü, kırlent vb. işlediğimi hatırlıyorum. Dilerim hepsi mutlu yuvalarda kullanılmışlardır.



|
| |